"Hayır aşkım, şu lanet olası çizginin gerisinden atarsa 3 sayı..."
Lakers - Heat maçında Staples Center'ın ağırladığı pek çok ünlüden ikisi de Penelope Cruz - Javier Bardem çiftiydi.
26 Aralık 2010 Pazar
23 Aralık 2010 Perşembe
Rosell'in uzun vadede planları...
"Guardiola'nın Barca'nın Ferguson'u olmasını isterim. Sonra da Barca'nın Beckenbauer'i. Yani kulüpteki teknik direktörlük kariyerinin ardından kulübe başkan olmasını isterim."
Barcelona Başkanı Sandro Rosell, 2008'de göreve geldiğinden beri 1'er yıllık sözleşmelerle devam eden Pep Guardiola hakkında 30 yıllık kalkınma planını hazırlamış bile! Guardiola'ya sorduğunuzda ise cevabı şu gülümseme olacaktır:
Barcelona Başkanı Sandro Rosell, 2008'de göreve geldiğinden beri 1'er yıllık sözleşmelerle devam eden Pep Guardiola hakkında 30 yıllık kalkınma planını hazırlamış bile! Guardiola'ya sorduğunuzda ise cevabı şu gülümseme olacaktır:
22 Aralık 2010 Çarşamba
O mezar taşı Cornella'ya nasıl sokuldu?
De (get) Gea!
20 Aralık 2010 Pazartesi
17 Aralık 2010 Cuma
Eşleşmeler...
16 Aralık 2010 Perşembe
günün fotosu: şoförle konuşmak yasaktır!
15 Aralık 2010 Çarşamba
günün fotosu: maracanã'yı da yıkarlar!
11 Aralık 2010 Cumartesi
Manavların Sessizliği
Sanırım 2007 senesiydi. (Hatta şu an itibariyle ‘sanmıyorum’. Google’a sordum ve eminim!) Beşiktaş’ta Tansaş’ın da yıkıldığı meydan düzenleme projesinin kurbanlarından biri de Halk Pazarı olmuştu. Orada tezgâhı bulunan onlarca manav, gönülsüzce de olsa tası-tarağı toplamak zorunda kalmıştı haliyle…
Takip eden günlerde civar mahallelerin ara sokaklarında manavlar açılmaya başladı. İnanılmaz bir şekilde her boş dükkân hızla manava dönüşüyordu. 90’ların sonunda internet cafe’lerin yayıldığı zamana benzer bir hızdan bahsediyorum.
Halk Pazarı’ndaki tezgâhını kaybeden amcaların “en iyi bildiği işi yapma” konusundaki direnişi örnek alınacak cinstendi. Ama bir yandan da acıklıydı ve başarısızlığa mahkûmdu. Bazılarıyla sohbet etme imkânı bulmuştum. Kendileri de ‘kurtarmayacağının’ farkındaydı. Üç beş apartmanın alacağı yarımşar kilo domates, birer demet maydanozla dükkân kirası bile ödenmezdi.
Birkaç ay sonra bu kez manav sayısı (aynı hızla olmasa da) düşmeye başladı. Kimi bakkala çeviriyor, kimi tamamen kepenk indirip pazaryerlerine göç ediyordu. Sonra biz taşındık Beşiktaş’tan…
Halk Pazarı’ndaki manavlardan pek sık alışveriş etmezdik. O işimizi genelde Cumartesi Pazarı’nda ya da (bu bir gerçek: daha ucuz oldukları için) süpermarketlerde görürdük. Ama yine de severdim bu mekânı çünkü Halk Pazarı’nın içinde bulunan öğrenci-dostu Bolu Et Lokantası’ndan dolayı haftada birkaç kez buraya yolum düşerdi. (‘Az’ kelimesinin “Usta, öğrenciyiz. Fazla para yok. Bir kıyak geçersin artık!” anlamına gelen bir şifre olarak kullanıldığı bu lokantada ‘az’, fiyat bakımından ‘tam porsiyon’un yarısı, miktar bakımından ise yarıdan çok daha fazlası olurdu. Dolayısıyla ‘az çorba’nın peşine ‘az pilav-musakka’yla 2-3 liraya karnınızı sıcak yemekle doyurur, şanslı gününüzdeyseniz üstüne tatlınızı da yerdiniz.)
2-0 öndeyken savunmaya çekilmek yerine oyun planını hiç bozmadan devam eden hatta bu yüzden başına dert açan takım; yapımcıların cazip dizi teklifini “herkes işini yapmalı” diyerek reddeden şarkıcı; yöneticisinin verdiği alakasız ve angarya görevi “benim iş tanımında bu yok” diye posta koyarak geri çevirme cesareti gösteren beyaz yakalı… Keşke herkes “en iyi bildiği işi yapma” konusunda bunlar ve tabii ki bir de Beşiktaşlı manavlar kadar ısrarcı olsa!
Takip eden günlerde civar mahallelerin ara sokaklarında manavlar açılmaya başladı. İnanılmaz bir şekilde her boş dükkân hızla manava dönüşüyordu. 90’ların sonunda internet cafe’lerin yayıldığı zamana benzer bir hızdan bahsediyorum.
Halk Pazarı’ndaki tezgâhını kaybeden amcaların “en iyi bildiği işi yapma” konusundaki direnişi örnek alınacak cinstendi. Ama bir yandan da acıklıydı ve başarısızlığa mahkûmdu. Bazılarıyla sohbet etme imkânı bulmuştum. Kendileri de ‘kurtarmayacağının’ farkındaydı. Üç beş apartmanın alacağı yarımşar kilo domates, birer demet maydanozla dükkân kirası bile ödenmezdi.
Birkaç ay sonra bu kez manav sayısı (aynı hızla olmasa da) düşmeye başladı. Kimi bakkala çeviriyor, kimi tamamen kepenk indirip pazaryerlerine göç ediyordu. Sonra biz taşındık Beşiktaş’tan…
Halk Pazarı’ndaki manavlardan pek sık alışveriş etmezdik. O işimizi genelde Cumartesi Pazarı’nda ya da (bu bir gerçek: daha ucuz oldukları için) süpermarketlerde görürdük. Ama yine de severdim bu mekânı çünkü Halk Pazarı’nın içinde bulunan öğrenci-dostu Bolu Et Lokantası’ndan dolayı haftada birkaç kez buraya yolum düşerdi. (‘Az’ kelimesinin “Usta, öğrenciyiz. Fazla para yok. Bir kıyak geçersin artık!” anlamına gelen bir şifre olarak kullanıldığı bu lokantada ‘az’, fiyat bakımından ‘tam porsiyon’un yarısı, miktar bakımından ise yarıdan çok daha fazlası olurdu. Dolayısıyla ‘az çorba’nın peşine ‘az pilav-musakka’yla 2-3 liraya karnınızı sıcak yemekle doyurur, şanslı gününüzdeyseniz üstüne tatlınızı da yerdiniz.)
2-0 öndeyken savunmaya çekilmek yerine oyun planını hiç bozmadan devam eden hatta bu yüzden başına dert açan takım; yapımcıların cazip dizi teklifini “herkes işini yapmalı” diyerek reddeden şarkıcı; yöneticisinin verdiği alakasız ve angarya görevi “benim iş tanımında bu yok” diye posta koyarak geri çevirme cesareti gösteren beyaz yakalı… Keşke herkes “en iyi bildiği işi yapma” konusunda bunlar ve tabii ki bir de Beşiktaşlı manavlar kadar ısrarcı olsa!
8 Aralık 2010 Çarşamba
Alın size 'Bask Modeli'!
Beşiktaş - Bursa maçının akşamı San Sebastian'da Real Sociedad - Athletic Bilbao maçı vardı. Ntvspor vermedi ama Skysport'ta yakalamayı başardım 'Bask derbisi'ni. Fotoları paylaşmak ancak bugüne kısmetmiş.
Tartışma programlarında terör konuşulurken uzmanlarımızın diline pelesenk olmuş bir 'Bask modeli' lafı vardır. Bask bölgesi neresidir, dertleri nedir sorsanız çoğu bilmez, o ayrı...
Ben de diyorum ki, illa bir 'Bask modeli' istiyorsanız bu maçı model alın. O akşam Anoeta'da iki takım taraftarı 'karışık' oturdu. Birbirlerine çekirdek, cips, bira ikram eden taraftar görüntüleri sık sık ekrana yansıdı. Başlama vuruşundan önce de bir evvelki gün yaşamını yitiren Basklı şair Xabier Lete için saygı duruşu vardı. İşte o güzel kareler...
Tartışma programlarında terör konuşulurken uzmanlarımızın diline pelesenk olmuş bir 'Bask modeli' lafı vardır. Bask bölgesi neresidir, dertleri nedir sorsanız çoğu bilmez, o ayrı...
Ben de diyorum ki, illa bir 'Bask modeli' istiyorsanız bu maçı model alın. O akşam Anoeta'da iki takım taraftarı 'karışık' oturdu. Birbirlerine çekirdek, cips, bira ikram eden taraftar görüntüleri sık sık ekrana yansıdı. Başlama vuruşundan önce de bir evvelki gün yaşamını yitiren Basklı şair Xabier Lete için saygı duruşu vardı. İşte o güzel kareler...
Etiketler:
Athletic Club,
Basque Country,
Real Sociedad
6 Aralık 2010 Pazartesi
Bankaya Çalım At!
Eric özetle şöyle dedi: “Bu kapitalist düzenin bankalarında dönen şey sizin paranız değil, rakamlardan ve yalanlardan ibaret. Hepiniz aynı gün paranızı çekmeye kalkın, nasıl telaşa kapılacaklarını göreceksiniz. Tarih de veriyorum: 7 Aralık.”
Aslında Cantona’nın bu teorisinin bir devlet sırrı ya da yepyeni bir keşif olduğunu söylemek güç. Herhangi bir ekonomiste, hatta komşunun İktisat 1’de okuyan oğluna sorsanız benzer şeyleri duyarsınız. Ekmeğe zam geldiğinde verdiğimiz ilk tepki olan “Üç gün kimse ekmek almasa bak nasıl düşürüyorlar fiyatı…”dan da pek farklı değil. Ama herhangi birisinin söylemesi başka, koskoca Eric’in söylemesi başka…
O ‘7 Aralık’ bugün… Cantona’nın projesi (BankRun/StopBanque diye aradığınızda ayrıntılarına ulaşabilirsiniz) muhtemelen ‘sisteme’ pek bir zarar vermeyecek. Ama yine de özellikle Fransa ve İngiltere’de Cantona formalı gençlerin ve orta yaşlıların bazı bankalarda ‘olağandışı’ bir hareketlilik yaratmaları bekleniyor. Akşama doğru ajanslara düşecek bu görüntüleri izlemek zevkli olacak.
Kendi adıma konuşayım: Ne mutlu ki sevgili Eric, o işlem her ayın 1’inde evsahibi, faturalar, taksitler, vs. tarafından gerçekleştiriliyor! Ama bankada kayda değer bir param olsaydı inan ki senin için gider çekerdim. ‘O tekme’ için, ‘seagulls’ için, günümüzün karaktersiz topçuları yüzünden unutmaya başladığımız “kafası çalışan futbolcu modeli”ni bize hatırlattığın için…
Aslında Cantona’nın bu teorisinin bir devlet sırrı ya da yepyeni bir keşif olduğunu söylemek güç. Herhangi bir ekonomiste, hatta komşunun İktisat 1’de okuyan oğluna sorsanız benzer şeyleri duyarsınız. Ekmeğe zam geldiğinde verdiğimiz ilk tepki olan “Üç gün kimse ekmek almasa bak nasıl düşürüyorlar fiyatı…”dan da pek farklı değil. Ama herhangi birisinin söylemesi başka, koskoca Eric’in söylemesi başka…
O ‘7 Aralık’ bugün… Cantona’nın projesi (BankRun/StopBanque diye aradığınızda ayrıntılarına ulaşabilirsiniz) muhtemelen ‘sisteme’ pek bir zarar vermeyecek. Ama yine de özellikle Fransa ve İngiltere’de Cantona formalı gençlerin ve orta yaşlıların bazı bankalarda ‘olağandışı’ bir hareketlilik yaratmaları bekleniyor. Akşama doğru ajanslara düşecek bu görüntüleri izlemek zevkli olacak.
Kendi adıma konuşayım: Ne mutlu ki sevgili Eric, o işlem her ayın 1’inde evsahibi, faturalar, taksitler, vs. tarafından gerçekleştiriliyor! Ama bankada kayda değer bir param olsaydı inan ki senin için gider çekerdim. ‘O tekme’ için, ‘seagulls’ için, günümüzün karaktersiz topçuları yüzünden unutmaya başladığımız “kafası çalışan futbolcu modeli”ni bize hatırlattığın için…
2 Aralık 2010 Perşembe
Jilet gibi...
29 Kasım 2010 Pazartesi
23 Kasım 2010 Salı
El Clásico eksi 6
Mourinho: "Camp Nou tribünleri beni asla affetmeyecek çünkü Bernabéu'da Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırma şansını ellerinden aldım."
Mourinho: "Pep'in mükemmel bir teknik direktör olacağını ben 20 yıl önce söylemiştim. Arşivlere bakın, bunu göreceksiniz."
Stoichkov: (Ronaldo'yla ilgili olarak) "100 bin kişi babasına ya da annesine selam gönderecek ama bunlar futbolun bir parçası!"
Mourinho: "Pep'in mükemmel bir teknik direktör olacağını ben 20 yıl önce söylemiştim. Arşivlere bakın, bunu göreceksiniz."
Stoichkov: (Ronaldo'yla ilgili olarak) "100 bin kişi babasına ya da annesine selam gönderecek ama bunlar futbolun bir parçası!"
Reina da kitap yazdı
Hatırlarsınız, Pepe Reina 2010 Dünya Kupası'nın elemelerinde ve finallerindeki toplam 17 maçın sadece 1'inde (10 Ekim 2009, Ermenistan - İspanya) forma giymesine rağmen kutlamalarda en çok eğlenen ve eğlendiren kişi olarak dikkat çekmişti.
Liverpool'un İspanyol file bekçisi, zaferin tadını çıkarmaya devam ediyor. Şimdi de bir kitap yayımladı: "El mundo en nuestras manos" yani "Dünya ellerimizin arasında" gibi bir şey...
İçeriği ve kalitesi ne olursa olsun yazıp çizen sporcuları desteklediğim için bilgilendirmesi benden... Ha, alıp okur muyum, o kadar da değil!
Liverpool'un İspanyol file bekçisi, zaferin tadını çıkarmaya devam ediyor. Şimdi de bir kitap yayımladı: "El mundo en nuestras manos" yani "Dünya ellerimizin arasında" gibi bir şey...
İçeriği ve kalitesi ne olursa olsun yazıp çizen sporcuları desteklediğim için bilgilendirmesi benden... Ha, alıp okur muyum, o kadar da değil!
Barcalıların yeni yengesi...
22 Kasım 2010 Pazartesi
El Clásico eksi 7
10 Kasım 2010 Çarşamba
günün fotosu #2: vamos argentina!
8 Kasım 2010 Pazartesi
Kazanmak bağımlılık yapar...
"Kazandıkça buna alışır ve daha fazlasını istersiniz. Bu bir sorun değil bir erdemdir. Örneğin, geçen sene Konfederasyonlar Kupası'nı kaybettiğimizde ne kadar öfkelendiğimizi hatırlayın. Zaferin tadını bir kere aldınız mı ondan asla vazgeçemezsiniz. Kazanmak bağımlılık yapar." Fifa.com'un "Kulüp ve milli takım formasıyla her şeyi kazanmış bir oyuncu olarak motivasyonunu nasıl koruyorsun?" sorusuna Xavi'nin yanıtı...
6 Kasım 2010 Cumartesi
günün fotosu: bu ne sevgi ah!
Across the Adriatic and into the Balkans – Post One
Khrushchev, Tito and Nixon attended a summit in a town I don’t recollect. The location is of very little importance actually, as this is an anecdote, namely a joke! However, I have always believed that sometimes a short joke can tell much more than a document consisting of several pages or a remarkably long speech. I mean it’s not the joke itself that is unimportant.
Anyway, Khrushchev, Tito and Nixon attended a summit. On the route the convoys would go by while leaving premises, there was a spot where the road diverged, one heading right and the other heading left. When Nixon’s official state car arrived at this spot, the driver involuntarily asked: “Mr. President, which road should I take?” This question was extremely annoying for Nixon. “How dare you pose such a stupid question to me!” he said. “Of course we will go right!” The same dialogue took place between the Soviet driver and Khrushchev, this time with the exception of the last rejoinder being “Of course we will go left!” Finally, it was the Yugoslavian driver’s turn: “Esteemed Marshal, which way do you order me to go on?” Tito’s instruction, after looking around to make sure no-unfavorable-one is hearing, was quite incisive: “Signal right, then turn left!”
The controversial Secretary-General and later President Josip Broz ‘Tito’ was a man of balance. Despite the fact that his leadership was (and is still being) criticized as authoritarian, he was able to keep the six Yugoslav nations together, by suppressing nationalist sentiments and promoting unity. Tito sought to improve the life standard of his people and the result was a Yugoslavia that gradually became a ‘bright’ spot amid the generally-gray Eastern Europe of that time. Factories of various fields of industry were scattered all around the country so that no region would remain poorer than another. But at the days when he was on deathbed, speculation had already begun about whether his successors could continue to hold Yugoslavia together. They couldn’t. He died. And everything just came apart. Ethnic divisions and conflict grew and grew, eventually erupting in a series of ‘Yugoslav wars’ that we the international public watched ‘live’ but couldn’t do anything, that declared the ‘death’ of United Nations, NATO and all sorts of peacekeeping bodies. Cities were bombed, shelled and mortared out of existence. “You may not be interested in war, but war is interested in you." A fact attributed to Leon Trotsky and alas confirmed on and on by the mankind. War is interested in taking everything from your hands. What it leaves to you is a feeling that "the city in which you happily grew up" likely never existed. Many cities were destroyed from 1991 to 1995 during the dissolution of SFR Yugoslavia. And Sarajevo was where most tragic things happened. I would have liked to tell you about what a beautiful city Sarajevo is. How the Dinaric Alps recede into a valley, cut in half lengthwise by the Miljacka River. What a great city Sarajevo is for walking. How next-to-impossible it is to get lost in the city because when you can’t forecast your direction all you need to do is to go down till you reach the river and then all clear. Or as an alternative you can just ask someone where ‘Sebil’ is…
I would have liked to tell you how successfully it held the 1984 Winter Olympics. How beautiful it is to go from Stari Grad to Ilıca and walk deep into Vrelo Bosne green park, the most peaceful oasis you can imagine that provides a welcome break from the bustle of the city. Then you can take the streetcar to return back to Başçarşı, passing by the Parliament Building, the university and the old town hall. What a beautiful nature will accompany you if you decide to go outside the city, towards the Neretva Canton and you will end up stoked by the beauty of the city of Mostar. But after the siege, it will all be irrelevant and futile. I am not going to discuss who did what, who was guiltier, etc. It has been done for years. Plus the wars and conflicts in the region were so complex that, just telling about the horrific bombardment of the Markale market place would last pages, let alone the whole war.
The war ended with massive economic disruption to the successor states, and with irreparable emotional damage to especially the children of that time. No one had the right to leave them with these memories. The ‘children of war’ are now adult. They’ve had so much to worry about during the war that they are ‘through’ worrying. Think of a child who grew up with the fear of ‘men on the hills’. Think of a child who ran in the streets zigzagging or rode on a swing one time or other just to frustrate the sniper! You can’t expect that child to now worry about our little concerns.
Enough of war? OK, I’m finishing. Just a few words more. Bosnia and Herzegovina is divided into two entities: The Federation of BiH and the Republika Srpska, with each of them having its own constitution. (It should not be confused with Serbia. Republika Srpska’s national assembly government is based in Banja Luka, although Sarajevo remains the official capital.) The Chair of the Presidency of Bosnia and Herzegovina rotates among three members (Bosniak, Croat, Serb), each elected for an 8-month term within their 4-year term as a member. The beautiful, must-see country of Bosnia and Herzegovina will recover from the effects of war more rapidly if the inconsistency rooted from the current government model can be sorted out.
There will be a second post in which I will humbly try to ‘travelogue’ you Croatia and Montenegro. Till then, with a few more photos, doviđenja!
Anyway, Khrushchev, Tito and Nixon attended a summit. On the route the convoys would go by while leaving premises, there was a spot where the road diverged, one heading right and the other heading left. When Nixon’s official state car arrived at this spot, the driver involuntarily asked: “Mr. President, which road should I take?” This question was extremely annoying for Nixon. “How dare you pose such a stupid question to me!” he said. “Of course we will go right!” The same dialogue took place between the Soviet driver and Khrushchev, this time with the exception of the last rejoinder being “Of course we will go left!” Finally, it was the Yugoslavian driver’s turn: “Esteemed Marshal, which way do you order me to go on?” Tito’s instruction, after looking around to make sure no-unfavorable-one is hearing, was quite incisive: “Signal right, then turn left!”
The controversial Secretary-General and later President Josip Broz ‘Tito’ was a man of balance. Despite the fact that his leadership was (and is still being) criticized as authoritarian, he was able to keep the six Yugoslav nations together, by suppressing nationalist sentiments and promoting unity. Tito sought to improve the life standard of his people and the result was a Yugoslavia that gradually became a ‘bright’ spot amid the generally-gray Eastern Europe of that time. Factories of various fields of industry were scattered all around the country so that no region would remain poorer than another. But at the days when he was on deathbed, speculation had already begun about whether his successors could continue to hold Yugoslavia together. They couldn’t. He died. And everything just came apart. Ethnic divisions and conflict grew and grew, eventually erupting in a series of ‘Yugoslav wars’ that we the international public watched ‘live’ but couldn’t do anything, that declared the ‘death’ of United Nations, NATO and all sorts of peacekeeping bodies. Cities were bombed, shelled and mortared out of existence. “You may not be interested in war, but war is interested in you." A fact attributed to Leon Trotsky and alas confirmed on and on by the mankind. War is interested in taking everything from your hands. What it leaves to you is a feeling that "the city in which you happily grew up" likely never existed. Many cities were destroyed from 1991 to 1995 during the dissolution of SFR Yugoslavia. And Sarajevo was where most tragic things happened. I would have liked to tell you about what a beautiful city Sarajevo is. How the Dinaric Alps recede into a valley, cut in half lengthwise by the Miljacka River. What a great city Sarajevo is for walking. How next-to-impossible it is to get lost in the city because when you can’t forecast your direction all you need to do is to go down till you reach the river and then all clear. Or as an alternative you can just ask someone where ‘Sebil’ is…
I would have liked to tell you how successfully it held the 1984 Winter Olympics. How beautiful it is to go from Stari Grad to Ilıca and walk deep into Vrelo Bosne green park, the most peaceful oasis you can imagine that provides a welcome break from the bustle of the city. Then you can take the streetcar to return back to Başçarşı, passing by the Parliament Building, the university and the old town hall. What a beautiful nature will accompany you if you decide to go outside the city, towards the Neretva Canton and you will end up stoked by the beauty of the city of Mostar. But after the siege, it will all be irrelevant and futile. I am not going to discuss who did what, who was guiltier, etc. It has been done for years. Plus the wars and conflicts in the region were so complex that, just telling about the horrific bombardment of the Markale market place would last pages, let alone the whole war.
The war ended with massive economic disruption to the successor states, and with irreparable emotional damage to especially the children of that time. No one had the right to leave them with these memories. The ‘children of war’ are now adult. They’ve had so much to worry about during the war that they are ‘through’ worrying. Think of a child who grew up with the fear of ‘men on the hills’. Think of a child who ran in the streets zigzagging or rode on a swing one time or other just to frustrate the sniper! You can’t expect that child to now worry about our little concerns.
Enough of war? OK, I’m finishing. Just a few words more. Bosnia and Herzegovina is divided into two entities: The Federation of BiH and the Republika Srpska, with each of them having its own constitution. (It should not be confused with Serbia. Republika Srpska’s national assembly government is based in Banja Luka, although Sarajevo remains the official capital.) The Chair of the Presidency of Bosnia and Herzegovina rotates among three members (Bosniak, Croat, Serb), each elected for an 8-month term within their 4-year term as a member. The beautiful, must-see country of Bosnia and Herzegovina will recover from the effects of war more rapidly if the inconsistency rooted from the current government model can be sorted out.
There will be a second post in which I will humbly try to ‘travelogue’ you Croatia and Montenegro. Till then, with a few more photos, doviđenja!
Etiketler:
Bosnia and Herzegovina,
Mostar,
Sarajevo,
Tito
5 Kasım 2010 Cuma
Kâbil'in yeni nesil savaşçıları*
25-30 kadar genç sporcu, bir spor salonunda tekvando çalışıyor. Hepsi 'dabok'larını giymiş, duyulan tek ses çıplak ayakların plastiğe çarpma sesi... Dünyanın pek çok yerinde 'sıradan' kabul edeceğiniz bu manzara, Afganistan'da "azıcık barış kırıntısının bile hayatları nasıl normalleştirebileceğinin" bir göstergesi...
Bu genç sporculardan biri de, Afganistan'a tarihinin ilk Olimpiyat madalyasını getiren Rohullah Nikpai... Pekin 2008'de 58 kiloda bronz madalya kazanan Nikpai'nin Kâbil'e dönüşte nasıl kahramanlar gibi karşılandığı, o günlerde uluslararası basına da yansımıştı. Binlerce kişi Gazi Stadyumu'nda madalyayı kutlamıştı. 9 yıl önce kocasını öldürdüğü iddia edilen 7 çocuk annesi bir kadının 30 bin kişinin gözü önünde infaz edildiği Gazi Stadyumu'nda...
'Normalleşme'den bahsederken şimdi Taliban konularına filan kaymayalım. Bu post'un konusu Rohullah Nikpai şimdi 23 yaşında... 2012 Olimpiyatlarına bu kez "altın madalya" hedefiyle hazırlanıyor.
Çocukluğu İran'da bir mülteci kampında geçen Nikpai, bu kez ülkesinde kalmakta kararlı... "Hazırlıklarımı sürdürmek için başka yere gitmeme gerek yok. Burada her türlü imkân mevcut" diyor. Savaş, Nikpai'nin ailesini parçalamış. Kardeşleri ve bazı akrabaları Kanada'da yaşıyor. Nişanlısı da...
2 yıl sonra Londra'da tatamiye çıktığında tekvando kariyerinin en olgun döneminde olacak ve bu kez Afganistan'a tarihinin ilk Olimpiyat 'altın' madalyasını getiren sporcu unvanını yakalamaya çalışacak.
*BBC'nin "World Olympic Dreams" serisinden alınmıştır.
Bu genç sporculardan biri de, Afganistan'a tarihinin ilk Olimpiyat madalyasını getiren Rohullah Nikpai... Pekin 2008'de 58 kiloda bronz madalya kazanan Nikpai'nin Kâbil'e dönüşte nasıl kahramanlar gibi karşılandığı, o günlerde uluslararası basına da yansımıştı. Binlerce kişi Gazi Stadyumu'nda madalyayı kutlamıştı. 9 yıl önce kocasını öldürdüğü iddia edilen 7 çocuk annesi bir kadının 30 bin kişinin gözü önünde infaz edildiği Gazi Stadyumu'nda...
'Normalleşme'den bahsederken şimdi Taliban konularına filan kaymayalım. Bu post'un konusu Rohullah Nikpai şimdi 23 yaşında... 2012 Olimpiyatlarına bu kez "altın madalya" hedefiyle hazırlanıyor.
Çocukluğu İran'da bir mülteci kampında geçen Nikpai, bu kez ülkesinde kalmakta kararlı... "Hazırlıklarımı sürdürmek için başka yere gitmeme gerek yok. Burada her türlü imkân mevcut" diyor. Savaş, Nikpai'nin ailesini parçalamış. Kardeşleri ve bazı akrabaları Kanada'da yaşıyor. Nişanlısı da...
2 yıl sonra Londra'da tatamiye çıktığında tekvando kariyerinin en olgun döneminde olacak ve bu kez Afganistan'a tarihinin ilk Olimpiyat 'altın' madalyasını getiren sporcu unvanını yakalamaya çalışacak.
*BBC'nin "World Olympic Dreams" serisinden alınmıştır.
4 Kasım 2010 Perşembe
Arşivden...
14 Ekim 2010 Perşembe
"O an bir karar verdim!"
"Sanırdınız ki Dünya Kupası'nı kazanmışız. O an soyunma odasının kapısı çaldı. Gelen Alex'ti; yanında da Gary Neville... İçeri girdiklerinde herkes saygıyla sustu. Parti sona ermişti. Neville birer birer oyuncularımın elini sıkarken, Alex de benimle tokalaştı ve şöyle dedi: 'Basın toplantısından sonra ofisimde bir şeyler içelim.' 'Ne kadar özel bir insan,' diye düşündüm. 'Kazanmak için her şeyi yapıyor ama kaybettiğinde de halen böyle davranabiliyor.' O an bir karar verdim: Bir gün İngiltere'de çalışırsam, kendime onu örnek alacaktım."
Patrick Barclay'in yeni Ferguson kitabından bir 'Jose Mourinho anısı'... Porto'nun Şampiyonlar Ligi'nde Manchester United'ı elediği, Old-Trafford'daki maçtan...
Bu arada Porto 2. Tur'da United'ı elediği o sezon finalde de Monaco'yu 3-0 yenerek şampiyon oldu. "Yabancı sınırlaması kalksın" tartışmalarında hep Gelsenkirchen'de o gün sahaya çıkan kadroyu örnek veririm: 10 Portekizli ve 1 Brezilyalı! 3 yabancı ise (Rusya, Litvanya, Güney Afrika) yedek kulübesinde...
Patrick Barclay'in yeni Ferguson kitabından bir 'Jose Mourinho anısı'... Porto'nun Şampiyonlar Ligi'nde Manchester United'ı elediği, Old-Trafford'daki maçtan...
Bu arada Porto 2. Tur'da United'ı elediği o sezon finalde de Monaco'yu 3-0 yenerek şampiyon oldu. "Yabancı sınırlaması kalksın" tartışmalarında hep Gelsenkirchen'de o gün sahaya çıkan kadroyu örnek veririm: 10 Portekizli ve 1 Brezilyalı! 3 yabancı ise (Rusya, Litvanya, Güney Afrika) yedek kulübesinde...
Trabzon'daki Gürcistan, Berlin'deki Almanya maçı...
Almanlar’da “Çiçek için teşekkürler” diye bir deyim vardır. Birisine iyilik yaptığınızda, kıyak geçtiğinizde size böyle derler. Sanırım maçın ardından Türk arkadaşlarıyla karşılaştıklarında da söze böyle başlamışlardır!
Berlin’de 3-0 ve Bakü’de 1-0 kaybettiğimiz maçın ardından milli takım hakkında o kadar çok ve o kadar saçma şeyler konuşuldu ki, baştan beri bu konuda yorum yapmak içimden gelmedi. Açıkçası, gazetelere bile bakamadım.
Avrupa elemelerinde artık böyle bir gelenek oluştu zaten. Büyük takımlar puan kaybetmiyor! Almanya, İspanya, Hollanda… Şampiyonayı bir an önce garantileyip işlerine bakıyorlar. Almanya’yı geçip grubu lider bitirme hayalleri kuran olduysa da bunun gerçekleşmeyeceği ortaya çıktı.
Benim tek bahsetmek istediğim konu, maçın Berlin’de oynanması… Arda’nın sakatlığı, Mesut’un tercihi gibi olaylar bu konuyu arka plana attı ama aslında önemli bir konu… Hatırlarsınız, yıllar önce (2006 Dünya Kupası grup elemelerinde) Gürcistan’la Trabzon’da oynamış ve berabere kalmıştık. Yaygara koparılmıştı. “Rakibe neden avantaj sağlıyoruz?” diye… Hatta bir ara “rakip uçağın ardından biraz da otobüsle gitsin, zorluk çeksin” diye güçlü takımlara karşı oynayacağımız maçları Bursa’ya alıyorduk.
Berlin sanırım tüm dünyada İstanbul, Ankara ve İzmir’den sonra en çok Türk’ün yaşadığı şehir! Ama Almanlar maçı burada oynamaktan çekinmedi. Türklerin nispeten az bulunduğu bir yere, örneğin Doğu’da ya da Danimarka sınırında bir şehre kaçırmadılar. Stadyumları mı yoktu? İsteseler engelleyemezler miydi tribünde rakip taraftarın öyle bir üstünlük kurmasını? Demek ki neymiş, iyi oynayınca nerede olursa olsun kazanılıyormuş!
Berlin’de 3-0 ve Bakü’de 1-0 kaybettiğimiz maçın ardından milli takım hakkında o kadar çok ve o kadar saçma şeyler konuşuldu ki, baştan beri bu konuda yorum yapmak içimden gelmedi. Açıkçası, gazetelere bile bakamadım.
Avrupa elemelerinde artık böyle bir gelenek oluştu zaten. Büyük takımlar puan kaybetmiyor! Almanya, İspanya, Hollanda… Şampiyonayı bir an önce garantileyip işlerine bakıyorlar. Almanya’yı geçip grubu lider bitirme hayalleri kuran olduysa da bunun gerçekleşmeyeceği ortaya çıktı.
Benim tek bahsetmek istediğim konu, maçın Berlin’de oynanması… Arda’nın sakatlığı, Mesut’un tercihi gibi olaylar bu konuyu arka plana attı ama aslında önemli bir konu… Hatırlarsınız, yıllar önce (2006 Dünya Kupası grup elemelerinde) Gürcistan’la Trabzon’da oynamış ve berabere kalmıştık. Yaygara koparılmıştı. “Rakibe neden avantaj sağlıyoruz?” diye… Hatta bir ara “rakip uçağın ardından biraz da otobüsle gitsin, zorluk çeksin” diye güçlü takımlara karşı oynayacağımız maçları Bursa’ya alıyorduk.
Berlin sanırım tüm dünyada İstanbul, Ankara ve İzmir’den sonra en çok Türk’ün yaşadığı şehir! Ama Almanlar maçı burada oynamaktan çekinmedi. Türklerin nispeten az bulunduğu bir yere, örneğin Doğu’da ya da Danimarka sınırında bir şehre kaçırmadılar. Stadyumları mı yoktu? İsteseler engelleyemezler miydi tribünde rakip taraftarın öyle bir üstünlük kurmasını? Demek ki neymiş, iyi oynayınca nerede olursa olsun kazanılıyormuş!
13 Ekim 2010 Çarşamba
"Buzlar eridi" diye buna derler!
Samuel Eto'o Barcelona tesislerindeydi! Farklı bir anlam çıkarmayın. Sadece Andoni Zubizarreta'yla bir toplantı yapmak için..." Eto'o Vakfı ile Barcelona Kulübü arasındaki ilişkileri nasıl daha güçlendiririz" diye görüştüler.
Ama Eto'o bu toplantıdan sonra Ciutat Esportiva de Sant Joan Despí'de sahaya inmeyi ihmal etmedi. Eski takım arkadaşları ve eski hocasıyla kucaklaştı.
Ama Eto'o bu toplantıdan sonra Ciutat Esportiva de Sant Joan Despí'de sahaya inmeyi ihmal etmedi. Eski takım arkadaşları ve eski hocasıyla kucaklaştı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)