14 Ekim 2010 Perşembe

"O an bir karar verdim!"

"Sanırdınız ki Dünya Kupası'nı kazanmışız. O an soyunma odasının kapısı çaldı. Gelen Alex'ti; yanında da Gary Neville... İçeri girdiklerinde herkes saygıyla sustu. Parti sona ermişti. Neville birer birer oyuncularımın elini sıkarken, Alex de benimle tokalaştı ve şöyle dedi: 'Basın toplantısından sonra ofisimde bir şeyler içelim.' 'Ne kadar özel bir insan,' diye düşündüm. 'Kazanmak için her şeyi yapıyor ama kaybettiğinde de halen böyle davranabiliyor.' O an bir karar verdim: Bir gün İngiltere'de çalışırsam, kendime onu örnek alacaktım."

Patrick Barclay'in yeni Ferguson kitabından bir 'Jose Mourinho anısı'... Porto'nun Şampiyonlar Ligi'nde Manchester United'ı elediği, Old-Trafford'daki maçtan...

Bu arada Porto 2. Tur'da United'ı elediği o sezon finalde de Monaco'yu 3-0 yenerek şampiyon oldu. "Yabancı sınırlaması kalksın" tartışmalarında hep Gelsenkirchen'de o gün sahaya çıkan kadroyu örnek veririm: 10 Portekizli ve 1 Brezilyalı! 3 yabancı ise (Rusya, Litvanya, Güney Afrika) yedek kulübesinde...

Trabzon'daki Gürcistan, Berlin'deki Almanya maçı...

Almanlar’da “Çiçek için teşekkürler” diye bir deyim vardır. Birisine iyilik yaptığınızda, kıyak geçtiğinizde size böyle derler. Sanırım maçın ardından Türk arkadaşlarıyla karşılaştıklarında da söze böyle başlamışlardır!

Berlin’de 3-0 ve Bakü’de 1-0 kaybettiğimiz maçın ardından milli takım hakkında o kadar çok ve o kadar saçma şeyler konuşuldu ki, baştan beri bu konuda yorum yapmak içimden gelmedi. Açıkçası, gazetelere bile bakamadım.

Avrupa elemelerinde artık böyle bir gelenek oluştu zaten. Büyük takımlar puan kaybetmiyor! Almanya, İspanya, Hollanda… Şampiyonayı bir an önce garantileyip işlerine bakıyorlar. Almanya’yı geçip grubu lider bitirme hayalleri kuran olduysa da bunun gerçekleşmeyeceği ortaya çıktı.

Benim tek bahsetmek istediğim konu, maçın Berlin’de oynanması… Arda’nın sakatlığı, Mesut’un tercihi gibi olaylar bu konuyu arka plana attı ama aslında önemli bir konu… Hatırlarsınız, yıllar önce (2006 Dünya Kupası grup elemelerinde) Gürcistan’la Trabzon’da oynamış ve berabere kalmıştık. Yaygara koparılmıştı. “Rakibe neden avantaj sağlıyoruz?” diye… Hatta bir ara “rakip uçağın ardından biraz da otobüsle gitsin, zorluk çeksin” diye güçlü takımlara karşı oynayacağımız maçları Bursa’ya alıyorduk.

Berlin sanırım tüm dünyada İstanbul, Ankara ve İzmir’den sonra en çok Türk’ün yaşadığı şehir! Ama Almanlar maçı burada oynamaktan çekinmedi. Türklerin nispeten az bulunduğu bir yere, örneğin Doğu’da ya da Danimarka sınırında bir şehre kaçırmadılar. Stadyumları mı yoktu? İsteseler engelleyemezler miydi tribünde rakip taraftarın öyle bir üstünlük kurmasını? Demek ki neymiş, iyi oynayınca nerede olursa olsun kazanılıyormuş!

13 Ekim 2010 Çarşamba

"Buzlar eridi" diye buna derler!

Samuel Eto'o Barcelona tesislerindeydi! Farklı bir anlam çıkarmayın. Sadece Andoni Zubizarreta'yla bir toplantı yapmak için..." Eto'o Vakfı ile Barcelona Kulübü arasındaki ilişkileri nasıl daha güçlendiririz" diye görüştüler.

Ama Eto'o bu toplantıdan sonra Ciutat Esportiva de Sant Joan Despí'de sahaya inmeyi ihmal etmedi. Eski takım arkadaşları ve eski hocasıyla kucaklaştı.

11 Ekim 2010 Pazartesi

A Farewell to Carlitos?

"I have been playing many games this season, and my body is feeling it. I am tired."

"Then I think - what happens if I quit football as long as I am okay in my life?"

"I have the idea of quitting in my mind. Maybe one of these days, I will just wake up and say no more football."

"I have been playing in England for five years, and I have not spent a single Christmas or New Year with my family."

"Let me tell you, I am not enjoying the life of a footballer."

Şampiyonluk tişörtü

Dün akşam Sportstv'de Brezilya - Küba Volebol Dünya Şampiyonası finalinin ödül törenini izlerken akılma geldi.

Brezilyalı oyuncular madalya seremonisine özel hazırlanmış 'şampiyonluk tişörtü'yle çıkmıştı. Son yıllarda yaygınlaşan bir olay... Çeşitli spor dallarında finali kazanan takım bir anda giyiyor tişörtleri... Ama muhtemelen finalin kaybeden taraf da tişört yaptırmış oluyor. Merak ettiğim de bu: O kaybeden takımın yaptırdığı tişörtlerın akıbeti nedir? Toptan imha mı ediliyor? Yoksa hatıra olarak saklanıyor mu? Araştırılması gereken bir durum...

9 Ekim 2010 Cumartesi

günün fotosu: tribünde coşku

Commonwealth Oyunları'nda Kanada ile Trinidad-Tobago arasında oynanan çim hokeyi maçı görünüşe bakılırsa Yeni Delhi tribünlerini coşturmuş!

5 Ekim 2010 Salı

Az Hijyenik, Çok Anlamlı ve Çok Terli Bir Ritüel: Forma Değişimi

Tribünde donmuş kalmış bir halde dikiliyorsunuz. Takımınız maçı kaybetmiş, saat olmuş 11 buçuk… Eve varmanız belki 2’yi bulacak ve ertesi gün iş var. “Kırmızı kart ağır oldu be hoca.” “Ortada pozisyon bile yokken o faulü yapmaya ne gerek vardı?” “En iyi adamımız 80 dakika kenarda oturtulur mu?”…

Bu karamsar düşünceler, ‘keşke’ler eşliğinde çıkışa doğru yürürken gözünüz gayriihtiyarî yeşil zemine doğru kayıyor. Ve o sahne: Formalarını değişen iki oyuncu!

Bilemiyorum. Bana tuhaf geliyor. Tamam, spor dostluk, kardeşlik, futbolun sadece bir oyun olması… Bunlar güzel şeyler ama bir yandan da düşünmeden edemiyorsunuz: “Futbolcu benim kadar üzülmemiş. Koleksiyon peşinde. O zaman ben niye kendimi paralayayım?” Kafanızda bu düşüncelerle eve gidiyorsunuz. 2 hafta sonra o tribüne dönmek üzere… Sizin sevginiz gündelik sonuçlara göre azalıp çoğalan bir sevgi değil…

Peki, hiç merak ettiniz mi, nereden çıktı bu ‘forma değişme’ geleneği? Ne zaman başladı?

FIFA arşivlerine göre 1931’de… Fransa milli takımı oyuncuları, Paris’teki Colombes stadyumunda İngilizlere ‘5’ attıkları bir maçın ardından rakip soyunma odasına bir aracı göndermiş ve “bu tarihî zaferin hatırası olarak” formaları değişmeyi teklif etmişler. En unutulmaz vaka ise, 1970 Dünya Kupası’nda Brezilya’nın İngiltere’yi 1-0 yendiği maçın ardından her ikisi de kariyerlerinin zirvesinde olan Pelé ve Bobby Moore’un etraflarını saran basın ordusunun ortasında gerçekleştirdikleri takas… Genelde en ünlü oyuncular, forma değişimi için de en çok teklif alan isimler olurlar. Formasını gözüne kestirdiği rakiple önceden ‘söz kesen’ de vardır, son düdük çaldığı an en yakınındaki adama doğru taarruza geçen de… Pelé’nin New York Cosmos günlerinde her maça 25 forma götürüp rakip takımın tamamına peşinen dağıttığı ve bu yöntemle rahat bir nefes aldığı söylenir. Hakan Şükür’ün de “Hemen hemen hiçbir maçın ardından soyunma odasına formamla ulaşamıyorum. Dahası, eş-dost sürekli forma istiyor ve her sene ortalama 500 forma dağıtıyorum” tarzı bir açıklaması vardır. Bu sezon bizim tribünleri coşturan Guti’nin Real Madrid günlerinde bir Rayo Vallecano maçının ardından rakibini kırmaması, fakat aldığı formayı birkaç saniye sonra kenarda duran güvenlik görevlisine vermesi de konuyla ilgili ‘unutulmazlar’ arasındadır.

2008’de Yaounde’de oynanan “Kamerun – Tanzanya” Dünya Kupası Eleme Grubu maçının ardından Nadir Haroub, dünyaca ünlü star Samuel Eto’o’yla forma değişir ama bunu yaptığına yapacağına pişman olur! Çünkü Tanzanya Futbol Federasyonu, oyuncudan formanın parasını ister. Konu Tanzanya’da tartışma yaratır. “Parası neyse biz veririz” diye yardım kampanyası bile başlatılır. Neyse ki federasyon başkanı yumuşar ve şu açıklama eşliğinde oyuncuya yeni bir forma temin eder: “Oyuncumuz belli ki Eto’o’ya hayır diyememiş. Böyle ünlü bir futbolcuyla forma değişmesi, ülkemizin tanıtım açısından da akıllıca bir karardı”.

Çoğu üst düzey futbolcunun evinde böyle bir 'köşe' mevcut olsa gerek… Örneğin, Bülent Korkmaz'ın 100'den fazla formadan oluşan bir koleksiyonu var. Hatta bu koleksiyonu 2006'da İstanbul'da düzenlenen Sporist Fuarı'nda da sergiledi. Korkmaz'ın portföyünde Ronaldo, Tristan, Davids, Maldini, Emerson, Del Piero gibi yıldızların formaları bulunuyor. Abdullah Ercan ve Arif Erdem de bu kategorideki futbolculardan... Ercan kariyeri boyunca yüzlerce kez forma değiştiğini ve bunları hepsini sakladığını; özellikle Euro 96'daki Portekiz maçında Luis Figo'dan aldığı formanın güzel bir hatıra olarak evinin bir köşesinde durduğunu söylüyor. Erdem'in koleksiyonundaki en değerli parçalar ise Roberto Carlos ve Michael Laudrup formalarıymış.

Tabii bu durum, ‘90’ların ortalarından sonra oynamış futbolcular için geçerli. Onlar bu açıdan şanslıydı çünkü önceleri daha ‘değerliydi’ forma… Feyyaz Uçar bir röportajında anlatıyor: “İki tane formamız vardı; biri yazlık diğeri de kışlık. Kulüp bize bu formaları verirdi, sezon sonuna kadar da onları giyerdik. Zaten o yıllarda ligde forma değişme gibi bir gelenek yoktu. Herkesin forması çok değerliydi. Şampiyon olduğumuzda ise formaları taraftarlar kapardı. Milli maçlardaki formaları aylık verdikleri için değişebilirdik. Feyyaz Uçar olarak maalesef elimde hiç forma yok.”

Artık formalar da devir de değişiyor. Üst düzey liglerde oyuncular bırakın maçı, antrenmanda giydiklerini bile bir daha giymez oldular. Birer ‘moda ikonu’ haline geldiler. Fakat alt liglerde durum geçmiş yıllardan pek farklı değil. Amatör kümede top oynamış herkes bilir, “Pazar gecesi malzemeleri yıkamanın” nasıl bir şey olduğunu…

Şöyle bir düşününce, pek hijyenik olmasa da zararsız bir gelenek... Sahada gerilen sinirleri, yükselen tansiyonu yatıştırmaya bire bir… Forma değişme ritüeli devam etsin. Hatta bayan futbolunda da yaygınlaşsın! Seneler önce Brandy Chastain’in Bayanlar Dünya Kupası Finali’nde Çin’e attığı penaltı golünün ardından sevincini ‘formasını çıkartarak’ yaşamasının ne kadar ses getirdiğini hatırlayın. Ama Umbro reklamındaki futbolcunun durumuna düşmemeye de dikkat etmek lazım. O reklamda bir maçın ardından ‘sıkışan’ oyuncu – ayıptır söylemesi – abdest bozmaya koşturuyordu. Ama işini bitirdikten sonra bakıyordu ki tuvalet kâğıdı yok! O da ne yapsın, formasını ‘kullanmak’ zorunda kalıyordu. Tuvaletten çıktığında ise, formaları değişme konusunda ısrarcı bir rakip takım oyuncusuyla karşılaşıyordu!

4 Ekim 2010 Pazartesi

Van Gaal'den Ağır Ceza!


Borussia Dortmund'a da 2-0 yenilen Bayern'de Van Gaal bugün için tam kadro gidilmesi planlanan Oktoberfest ziyaretini iptal etti ve yerine idman koydu!

Kulübün yazılı açıklamasında "Bayern yönetimi, oyuncuların ve teknik heyetin bugün öğle saatlerinde gerçekleştireceği Oktoberfest ziyaretini ertelemiştir. Takımın mevcut durumunu dikkate alan teknik direktörümüz Louis van Gaal, bu ziyaret yerine bir antrenman koymuştur" denildi.

Kulüp Başkanı Karl-Heinz Rummenigge de Van Gaal'e destek verdi ve "Maç kaybettikten sonra Oktoberfest'e gidip biraları tokuşturmak yakışık almaz" tarzı bir beyanat verdi.

Geçen sezon fırtına gibi esen Bayern, bu yıla kötü başladı ve Bundesliga'da sürpriz lider Mainz'ın 13 puan gerisine düştü. 7 maçtan 3'ünü kaybetti, sadece 5 gol atıp 8 gol yedi.

Adam 'kasap' beyler...


Nigel de Jong - Dünya Kupası Finali
Nigel de Jong - Dünkü Premier Lig maçı...

İspanya basını De Jong'un 'kasıtsız' hareketiyle Newcastle'lı Ben Arfa'nın bacağını kırmasının ardından Hollandalı'nın 'kasaplığını' yeniden gündeme getirdi ve Van Marwijk'in oyuncuyu milli takıma almamasına da övgüler yağdırdı!

3 Ekim 2010 Pazar

güzel bilgiler: dekatlon

Dekatlon 10 disiplinde de başarılı olmayı gerektiren, atletizmin en kapsamlı dalı olduğu için, bir gelenek olarak dekatlonun olimpiyat şampiyonları "dünyanın en iyi atleti" unvanıyla anılırlar. Buna göre şu anda dekatlonun son olimpiyat şampiyonu Bryan Clay bu unvanın sahibidir.

1 Ekim 2010 Cuma

Beklenen karar çıktı: Jarque ceza getirmedi!

Espanyol'lu José Callejón, 3.Hafta'da Almeria'ya attığı golün ardından formasının altındaki Dani Jarque tişörtünü gösterdiği için sarı kart görmüştü. La Liga Tahkim Kurulu dünkü toplantısında, beklendiği gibi bu kartı iptal etti.

Memnuniyetini dile getiren Callejón da bu adaletli karardan dolayı kurul üyelerine teşekkür etti ve üzerinde Jarque'nin resminin basılı olduğu tişörtü her maçta formasının altına giymeye devam edeceğini söyledi. Espanyol kaptanı Jarque, 2009 Ağustos'unda 26 yaşındayken geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetmişti.

Beğendiğini söylemek… O kadar da zor değil!

“Hepimiz Gogol’un ‘Palto’sundan çıktık” diyen Dostoyevski; “Modern Amerikan edebiyatının tümü Mark Twain'in ‘Huckleberry Finn’ adlı kitabından doğmuştur” diyen Hemingway… İspanya’da zaten birinin demesine gerek yok. Orada herhangi bir kitapçıya girdiğinizde duvarların biri Don Quijote’nin çeşitli basımlarıyla kaplıdır, bir diğeri Cervantes üzerine yazılmış eleştiri, deneme, biyografi türü kitaplarla… Eh, kalan iki duvarda da Unamuno, Lorca, Delibes, Cernuda… Ve yanında da diğer kitaplar, bestseller’lar, vs. Peki bizde nasıl?

Otobüse, metroya binerken bazen gazetelerin ‘kitap ekleri’ni alıyorum elime. Tabloid boy oldukları ve bu nedenle kolay okundukları için. Bu eklerde hem ünlü, hem yeniyetme yazarlarla yapılmış röportajlar oluyor. Dikkatimi çeken şu: Klasik “beğendiğiniz yazarlar” sorusuna delikanlı gibi cevap veren pek az…

“Hımmm, bilemiyorum. Aslında örnek aldığım kimse yok.” “Kendi üslubumu geliştirdim.” “Herkesi etkileyen yazarlar beni de etkilemiştir.” gibi kaçamak cevaplarla soruyu savuşturuyorlar genelde. Biraz cesaretli davrananlar ise ancak şöyle isim verebiliyor: “Murathan Mungan diyebilirim.” Yani tam olarak demem de, ‘diyebilirim’!

Hâlbuki çekinmeden söylese incileri mi dökülür? Değerinden bir şey mi eksilir? En azından o çok ‘özgün’ dediği üslup çalıntı çıkınca bir bahanesi olur. “Çok beğeniyordum, çaldım” der!

Peki, sadece edebiyatta mı böyle bu durum? Tabii ki hayır… Şarkıcı da başkasını beğenmez bizde, futbolcu da, memur, esnaf, ressam, yönetmen, aşçı, şoför de… Üstelik bunu övünülecek bir şey olarak görürüz.

Azıcık ‘beğenmeye’ başlasak üzerimizdeki şu gerginliği atacağız bence!