27 Eylül 2010 Pazartesi

Taktikler 'Yenge'den...

Atlético de Madrid'in teknik direktörü Quique Sánchez Flores'in Benfica'daki antrenörlük günlerinde tanıştığı Macar model Orsi Feher'le güzel bir beraberlik yaşadığını, 29 yaşındaki Orsi'nin 2004'te sahada kalp krizi geçirerek aramızdan ayrılan futbocu Miklós Fehér'in kardeşi olduğunu bilirsiniz.

Orsi Portekiz'de yayımlanan ‘Flash’ dergisine bazı açıklamalar yaptı: "Atlético'nun hiçbir maçını kaçırmıyorum. Ya stattan ya da televizyondan izliyorum. Ve Quique üzerinde olumlu etkimin olduğunu düşünüyorum çünkü birlikteyken sürekli futbol hakkında konuşuyoruz. Olup bitenler, iyi ve kötü şeyler, oyuncular hakkında..."

Bu sözler doğal olarak İspanya basınına "Atlético'da taktikler yengeden" tarzı yorumlarla yansıdı.

Atlético'nun bu seneki başarısının sırrı da ortaya çıkmış oluyor. Böyle bir taktisyen her takıma lazım!

17 Eylül 2010 Cuma

Gerard Piqué'nin kitabı çıktı...

Viatge d'anada y tornada... "Deplasman Seyahatleri" olarak çevirebiliriz. Kitap Katalanca... Puyol ve Milito önsöz yazmış.

Nice ‘10’ Yıllara Leo Messi!

Bundan tam 10 yıl önce, 17 Eylül 2000’de ‘minik’ Lionel Andrés Messi’yi taşıyan uçak Barcelona’ya indi. Rosario sokaklarında top peşinde koşarken dizinde oluşmuş yaralar henüz kabuk bağlamamıştı.

‘Leo’ 5 yaşındayken babasının antrenörlük yaptığı Grandoli’de futbolla tanışmış; 3 sene sonra Newell’s Old Boys takımına geçmişti. Fakat gerçekten ‘minik’ bir çocuktu. Kendisine “büyüme hormonu yetersizliği” teşhisi konmuştu. Yaşıtlarına kıyasla çok zayıftı ve boyu da kısaydı.

Bu esnada Messi’yi hem ülkenin en büyük takımlarından River Plate hem de İspanyol devi Barcelona yakın takibe almıştı. Messi’nin babası, tedavi masraflarını ekonomik krizin yaşandığı Arjantin’de kazandığı parayla karşılayamayacağına karar verdi. Ailece, “şansımızı Katalunya’da denemeliyiz” dediler. İşler yolunda giderse Messi kulübün altyapısına alınacak, büyüme hormonlarını harekete geçirecek kapsamlı tedavinin masraflarını da Barca karşılayacaktı. Baba Jorge ve anne Celia için zor günlerdi. Anne Messi, bir süre sonra Lionel’i ve babasını Barcelona’da bırakarak diğer iki çocuğuyla beraber Rosario’ya dönmek zorunda kaldı. Barcelona yetkilileri ise bir türlü karar veremiyorlardı. Leo ile babası Arjantin’e dönmenin eşiğine geldi. Ama dönemin genç takım antrenörü Carles Rexach nihayet ‘evet’ dedi. Ve Messi, La Masia’a katıldı. Sonrası malum… 3 buçuk yıl sonra A Takım’da ilk maçına çıktı. 16 Kasım 2003’te, Porto’yla Dragao Stadı’nın açılışı vesilesiyle oynanan dostluk karşılaşmasında… 16 Ekim 2004’te ise ilk kez bir resmi maçta Espanyol karşısında forma şansı buldu ve “La Liga’da sahaya çıkan en genç futbolcu” unvanını elde etti.

Başarılı futboluyla dikkatleri üzerine çeken Messi’ye, İspanya Milli Futbol Takımı’nda oynaması teklif edildi. Fakat Messi doğduğu ülke Arjantin’in milli takımında oynamak istediğini nazik bir şekilde İspanyol yetkililere iletti.

2005'te Hollanda’da düzenlenen Dünya Gençler Futbol Şampiyonası’nda Arjantin formasıyla şampiyonluk sevinci yaşadı. 6 golle turnuvanın gol kralı olurken, şampiyonanın en iyi oyuncusu da seçildi. Bu çıkışının ardından Barcelona kulubü, Messi'yle yeni bir kontrat imzaladı ve futbolcunun başka bir kulübe transfer olabilmesi için Barcelona’ya 150 milyon euro ödenmesini zorunlu kılan bir şart koydu. Messi, yavaş yavaş futbolun en önemli yıldızları arasına girmekteydi.

Topa hâkim olmadaki üstünlüğü ve bire bir mücadelelerdeki başarısının yanı sıra, Maradona’nın 1986 Dünya Kupası’nda İngiltere ağlarına bıraktığı en ünlü iki golünün hemen hemen aynısını da atarak efsanevi futbolcunun veliahdı olmaya en ciddi aday olduğunu gösterdi. 2007’de Getafe karşısında, tıpkı Maradona’nın ‘yüzyılın golü’ kabul edilen golündeki gibi topu yaklaşık 60 metre sürdü, kaleci dâhil 6 kişiyi çalımladı ve topu filelere gönderdi. Spor basını artık ondan “Messidona” diye bahsediyordu. Kısa bir süre sonra ise, Maradona’nın “Tanrı’nın Eli” adı verilen golünün bir kopyasını bu kez Espanyol ağlarına yolladı.

Şu an başarı hanesinde “2 Şampiyonlar Ligi, 4 La Liga, 1 Copa del Rey, 4 İspanya Süper Kupası, 1 Avrupa Süper Kupası ve 1 de Kulüpler Dünya Kupası şampiyonluğu” yazıyor. Bireysel ödülleri ise saymakla bitmez… Geçen sezon en iyi performansını sergiledi. Ligde attığı 34 golle, Bobby Robson yönetimindeki Barca’da Ronaldo'nun kırdığı rekoru egale etti. Toplamda da yine Ronaldo gibi 47 golle Avrupa Altın Ayakkabı'sını kazandı. Messi futbolun kralı olma yolunda çektiği zorlukları, ailesinin onun için yaptığı fedakârlıkları, kısacası ‘eski günleri’ asla unutmuyor. Gol sevinçlerinde ‘gökyüzünü’ göstererek andığı kişi, Rosario’da kendisine ilk futbol topunu veren anneannesi… Sol omzunu gösterdiğinde ise, o mavi-bordo formanın altında annesi Celia’nın adını taşıdığı dövmeyi işaret ediyor. Messi futbolda tartışmasız “dünyanın ‘1’ numarası”… Laporta'nın deyişiyle, “Barcelona'nın mücevheri”... Bu değerini şüphesiz giderek artıracak ve belki de bir gün ‘paha biçilmez’ bir konuma gelecek! Tarihin en iyisi mi, bunu tartışmak bence şu an için yersiz… Bırakın bu müthiş çalımların, süper hızın, top kontrol yeteneğinin, oyunu okumadaki zekânın ve müthiş gollerin tadını çıkaralım.

Nice ‘10’ yıllara Leo Messi!

13 Eylül 2010 Pazartesi

Steve Nash prodüktörlüğünde belgesel…

Basketbolu pek çok oyuncu siyah-beyaz görürken o 3 boyutlu ve yüksek çözünürlüklü görüyordu! Film prodüktörlüğüne de hızlı bir giriş yaptı.

NBA’de Phoenix Suns forması giyen Kanadalı oyun kurucu Steve Nash’in prodüktörlüğünü kuzeni Ezra Holland’la beraber yaptığı belgesel türündeki “Into the Wind”in galası, dün gece Toronto Film Festivali’nde yapıldı. 1 saat uzunluğundaki biyografik film, ESPN’in “30 for 30” serisi kapsamında hazırlandı ve 28 Eylül’de bu kanalda gösterilerek Amerika izleyicisiyle de buluşacak.

Filmin konusunu Terry Fox’un hayatı oluşturuyor. Terry Fox kim derseniz, kısaca anlatalım: Sene 1980… Steve Nash o zamanlar dünyaca ünlü bir sporcu olacağından habersiz, Vancouver’da sporla iç içe bir ailede büyümekte… Ve tüm Kanada’yla beraber yeni kahramanını keşfediyor. Nash’in ifadeleriyle: “6 yaşındaydım. O yaz her sabah erkenden kalkıp Terry’nin son durumunu öğrenmek için televizyonu açıyordum. Tüm ülke merak içindeydi”.

Terry Fox, kanser araştırmalarına yardım toplamak ve kansere karşı bilinci artırmak için (teki protez olan bacaklarıyla) ülkeyi boydan boya koşmak üzere yola çıkan bir Vancouver’lıydı. Hastalığı iyice yayılana kadar, “Umut Maratonu” diye adlandırılan yolculuğunun yaklaşık 3’te 2’sini tamamlayabildi. 143 boyunca her gün bir maraton mesafesi yol kat etti. Ama golf topu ile limon arası değişen büyüklüklerde tümörlerin vücudunu sardığı anlaşıldı ve yaz sonlarına doğru hayata veda etti.

Nash ve kuzeninin prodüksiyon şirketi Meathawk, bugüne kadar birkaç viral reklam çekti. Müşterileri arasında Nike, Vitamin Water gibi markalar da bulunuyor. Uzun metraja geçiş için ESPN’le görüşmeden önce bir basketbol ya da futbol filmi çekmeyi de düşünmüş. (Kendisi aynı zamanda sıkı bir Tottenham Hotspur taraftarı). Ama görüşme sabahı Terry Fox aklına gelmiş ve “İşte bu!” demiş… “Bundan güzel spor hikayesi olur mu?”

11 Eylül 2010 Cumartesi

“Il Dream Team siamo noi!”

1982 Dünya Kupası’nda İtalya'nın Zico ve Sócrates'li Brezilya'yı devirdiği maçın ardından La Gazzetta dello Sport, tarihe geçen manşetlerinden birini atmıştı: “Il Brasile siamo noi!” Yani "Brezilya biziz!" Yarın akşam kazansak da kaybetsek de benim manşetim hazır: "Dream Team biziz..."

1 Eylül 2010 Çarşamba

Bitsin!

Mesai saatinin bitimiyle transfer dönemi kapandı. Takımlar kış dönemindeki ‘pencere’ye kadar bu kadrolarla idare edecekler. PES'teki, CM'deki kadrolar en azından Ocak ayına kadar gerçeğe yakın olacak.

Transfer piyasasında yine paralar sokağa atıldı. Bunu mecazda bırakmayıp pratiğe dökenler de oldu! Örneğin İspanya 2. Lig takımı Granada CF… Kulüp binasının temizlikçisi, sıcak bir Temmuz gününde para dolu 3 poşeti çöpe attı! Geçen sezonun bilet hâsılatı olduğu söylenen para kimilerine göre 80 bin, kimilerine göre 130 bin euro’ydu. Kulüp polise başvurdu, paralar çöplerin döküldüğü yerde yapılan arama sonucu bulundu. Granada gibi ‘kafaların dumanlı’ olabileceği bir şehir için bile (bkz. Calle Elvira, Albayzin) saçma bir olaydı. Paraların poşetle kulüp binasında saklanması, bazı ‘vergi kaçırma’ söylentilerini beraberinde getirdi. Sonuçta olay böylece kapanıp gitti. Dünya Kupası’nın sarhoşluğunu ve Real Madrid’in transfer coşkusunu yaşayan İspanya basını olayı unuttu…

Kulüp yönetimlerinin 3 ay yatıp son güne sürüyle transfer sığdırmasını hep ilginç ve komik bulmuşumdur. Bu yıl yine öyle oldu. Son gün spor servislerine hem ligimizden hem de Avrupa liglerinden transfer haberleri yağdı. Ben son olarak dünkü “Baptista G.saray’a haber gönderdi: Beni alın.” haberinden sonra artık bugünkü transfer haberlerini dikkate almamaya karar verdim. Hele bir ortalık sakinleşsin, transferler ‘borsaya bildirilsin’, ondan sonra düşünürüz.